Hukuk felsefesi; insanların toplum olarak bir arada yaşamalarıyla oluşan ilişkilerin dayandığı ya da dayanması gerektiği temelleri, karşılıklı hak ve yükümlülükler bakımından ele alan felsefe disiplinidir. Kendi içindeki her bir akım tarafından farklı tanımları yapılan ve farklı içeriği olan hukuk felsefesi, felsefenin hukukla ilişkin alanıdır. Hukukun kaynağı, amacı, adalet ve mevcut hukuk düzenlerinin meşrutiyeti gibi kavram ve sorularla ilgilenir.
Tarihçe
İlk çağ
Eski Yunan’da poziti hukuk açısından adil olan bir şey ya da durumun doğal hukuka göre adil olup olmadığını sorusu ilk kez sofistler tarafından tartışılmaya başlandı. Sokrates bireyden yola çıkıp toplumsal anlamda adaletin ne olduğu sorusu üzerinde durdu. Sokratesin öğrencisi olan Platon ve onun ardından da Aristoteles aynı geleneği sürdürdü ve kişi ile devlet arasındaki ilişkiye ağırlık vererek vatandaş hakları açısından adaletin ne olduğunu araştırdılar. Her ikisi de devletin en temel görevinin adaleti sağlamak olduğunu vurguladı.
Bu tür bir felsefi görüşün temelinde yayan kent-devletinin zamanla kendine yeterli olmaktan çıkması ve Büyük İskender’in geniş bir imparatorluk kurmarsıyla birlikte, insanların daha geniş bir dünya görüşü edinmesini sağlayan felsefi sistemler orataya çıktı. Böylelikle, evrensel bir imparatorluğun vatandaşı olan insanların hakları ve bu bağlam içinde adalet kavramı tartışılmaya başladı. Bu görüşn başlıca temsilcileri de stoacıllar ve Epikurosçular oldu.
Doğayla uyumlu bir şekilde yaşamayı öneren stoacılar bu görüşün sonucu olarak dünya vatandaşlığı kavramını geliştirdiler ve sınırları dar olan bir devlen egemenliğini reddettiler. Epiktetos ve Marcus Aurelius bu görüşü savunan ünlü felsefecilerdir.
Orta çağ
Hem stoacılardan hem de Epikurosçulardan bazı görüşler alan Cicero, Cumhuriyet Üzerine, Yasalar Üzerine ve Ödevler Üzerine adlı yazılarıyla yeni bir hukuk felsefesi ortaya koydu. Cumhuriyeti insan yaşamını daha iyi bir hale getirmek amacıyla yasalarla düzenlenmiş bir birlik olarak tanımlayan Cicero, doğal hukuk, bütün kavimler ülkeler için geçerli hukuk ve medeni hukuk ayrımını yapıyor, devletin de doğanın bir ürünü olması sebebiyle bu üç hukuk türünün birbirine karşıt olmadığını belirtiyordu.
Bu çağda Hristiyanlığın da etkisiyle insan yaşamının her alanına egemen olan “Her güç Tanrıdan gelir” ilkesi hukuk kavramını da etkilemiştir. Bu dönemin en önemli temsilcisi sayılan Aquino’lu Aziz Tommaso’nun görüşleri, klasik anlayış ile dinsel tabular arasında orta bir yol bulma çabasındadır. Tommaso bu konuda üç tür yasadan söz eder,
- Ebedi yasa; insanın kavrayamadığı ve dünyayı yöneten ilahi usun kendisidir.
- Doğa yasası; us yoluyla doğrudan bilinebilen yasadır.
- İnsani yasa; insanın doğal hukukun kurallarına uygun olarak kendisi için koyduğu yasadır.
Aziz Tommaso bu üç tür yasa arasında bir çelişkinin ortaya çıkmasında önceliği “insani yasa”ya verir.
Çağdaş Hukuk Felsefesinin Gelişimi
Hukuk felsefesi bir terim olarak, Eski Yunan’da vatandaşlık hakkı olarak ortaya çıkan hak anlayışının giderek insanı ön planda tutan bir konuma ulaşması ve insan hakkı olarak vurgulanması ilk kez Felemenkli hukuk bilgini Hugo Grotius’un doğal hukuk kuramıyla gündeme geldi. Grotius’un rtaçağ öncesi doğal hukuk anlayışına dönmesinin başlıca nedenleri kilise otoritesinin çökmesi ve hükümdarların dayandıkları dinsel dogmaların giderek zayılamasıdır.
Grotius’un görüşlerini daha da ileriye götüren Hobbes, Locke ve Rousseau insanın doğal durumu ve haklarından yola çıkarak, sahip olmaları gereken haklar için uygun koşulları tartıştılar. Bu düşünürlerin birleştiği ortak nokta; insanların kendilerini yönetme hakkını bir kişi ya da gruba ancak kendi aralarında yaptıkları bir anlaşma ile devredebilecekleri görüşüdür. Hobbes anlaşma öncesi ve sonrası doğal haklara öncelik tanırken; Locke ağırlığı mülkiyet hakkının tanınmasına; Rousseau ise temel hak ve özgürlüklerin korunmasına verir.
Özgürlük sorunu
Özgürlük sorununun ortaya atılmasıyla birlikte toplumsal özgürlüklerin yanında kişisel hak ve hürriyetler de tartışılmaya başlandı. Bu minvalde çağdaş hukuk felsefesinde işlenen en önemli kavramlardan olan “kişi” kavramını ilk kez ortaya atan Ünlü Alman Filozof Immanuel Kant, geliştirdiği ahlak felsefesinden yola çıkarak sadece insanın kendi içinde özgürlük olanağı taşıyan bir varlık olduğunu belirtir. “İnsanlık” ile “tek insan” ilişkisinden “kişi” kavramını elde eden Kant, kişi tanımını”hak ve ödev sahibi bir varlık” olarak yapar. Bu kurama göre kişi; bütün insanlığı karşı ödevlere uygun eylemlerde bulunmakla özgür ve dolayısıyla da ahlaklı olur, bundan da sahip olduğu haklar doğar.
Kant’ı eleştirerek yola çıkan Hegel ise; tek insanın uygun davranarak özgür olabileceğini savundu ve bu durum hukukun da temelini oluşturuyordu. Hukuk Felsefesinin Ana Hatları adlı eserinde soyut ve evrensel yasa ile hakları ele alan Hegel, mülkiyet, kişilik ve sözleşme gibi kavramları irdeleyerek devletin sivil topluma üstün olduğu sonucuna vardı.
Bu görüşü eleştirisiyle bireysel özgürlük ile devlet arasındaki çelişki üzerinde duran Marx, bir noktada Kant’a yaklaşarak tek tek devletlerin olmadığı ve emeğin özgürleştiği bir dünya toplumu görüşünü savundu.
Yüklendiği bu ağır mirasın izlerini taşıyan çağdaş hukuk felsefesi, insanın insan olmasından dolayı sahip olduğu hakları, bir toplumun üyesi olmakla sahip olduğu birey hakları ve her türlü toplumsal kurumun üzerinde bir kişi olmakla sahip olduğu kişi hakları arasında kendine özgü bir model geliştirmiştir.
Ayrıca Bakın;